Psikolojik İyileşmede Maneviyatın Rolü

Modern psikoloji, uzun yıllar boyunca insanı yalnızca bilişsel, duygusal ve davranışsal yönleriyle ele aldı. Oysa insan sadece zihinden ibaret değildi; içinde bir iman, teslimiyet, umut ve anlam taşıyordu. Bu yön, özellikle son yıllarda psikoterapi literatüründe yeniden keşfedilmeye başlandı. “Spiritüel danışmanlık”, “dini başa çıkma” veya “maneviyat temelli terapi” kavramları artık akademik dünyada daha sık anılır oldu.
Yine de bu kavramların büyük bölümü, Batı merkezli bir maneviyat anlayışına dayanıyor. Yoga, mindfulness ya da “universe trust” gibi kavramlar, ruhsal derinlik sunuyor gibi görünse de, çoğu zaman bizim kültürümüzdeki tevekkül, dua, sabır ve Rabb’e yöneliş kadar köklü bir bağ kuramıyor. Oysa bizim inanç dünyamızda teslimiyet, pasif bir “kabullenme” değil;
“Ben elimden geleni yaptım, şimdi kalanı Allah’a bırakıyorum.” diyebilmenin aktif bir cesareti.
Psikolojik açıdan bakıldığında, bu teslimiyet hâli kişiye iki önemli kazanım sunar: kontrol duygusunu yeniden yapılandırma ve kaygıyı dönüştürme. Zira insan çoğu zaman, her şeyi kontrol etme çabası içinde tükenir. Teslimiyet ise bu çabayı tamamen bırakmak değil, onu doğru yere yönlendirmektir.
Bir danışanın terapi sürecinde “artık Rabbime bırakıyorum” diyebilmesi, aslında bir “çaresizlik ifadesi” değil; bilişsel düzeyde bir kabullenme ve esnek düşünme becerisidir. Terapötik süreçte maneviyatın yer bulması, danışanın kendini daha bütün hissetmesini sağlar. Çünkü ruhunu dışarda bırakan bir terapi, eksik kalır. Kimi danışan için dua, duygularını düzenlemenin bir yolu olur. Kimi içinse teslimiyet, içsel kontrolünü bırakmadan huzur bulmanın kapısıdır.
Modern psikoterapiler artık bu yönü görmezden gelmiyor. Pozitif psikolojinin “anlam” ve “umut” kavramları, mindfulness’ın “şimdiye odaklanma” öğretisi, aslında bizim inanç geleneğimizde yıllardır var olan kavramların farklı bir dilde söylenmiş hâlidir. Ama belki de zaman, artık bu kavramları kendi kültürel dilimizle konuşma zamanı. Çünkü bazen iyileşme, sadece kendini anlamakta değil; kendini yaratanla yeniden bağ kurmakta başlar.
Dua ve Teslimiyetin Psikolojik İşlevleri
Dua çoğu zaman yalnızca bir ibadet değil, aynı zamanda bir duygusal düzenleme biçimidir. İnsan dua ederken, düşüncelerini kelimelere döker, içsel yüklerini dışa aktarır. Bu süreç, nöropsikolojik olarak beynin prefrontal korteksini aktive eder. Yani birey “sakinleşme, değerlendirme ve anlamlandırma” bölgesini çalıştırır.
Bazı araştırmalar, düzenli dua ve meditasyonun stres hormonu olan kortizolü azalttığını, beyinde dopamin ve serotonin düzeylerini dengelediğini göstermektedir (Koenig, 2020; Newberg & Waldman, 2018).
Ama bu süreci sadece biyolojik değil, psikodinamik bir pencereden de okumak mümkün: Dua, bir tür “içsel aktarım”dır. Kişi, bilinçdışı yüklerini bir “güven figürüne” yönlendirir; bu figür Tanrı’dır. Yani dua, yalnızca “konuşma” değil; güven duygusunu yeniden kurma eylemidir.
Birçok danışan, terapi sürecinde “kendimi Allah’a emanet ediyorum” dediğinde aslında kontrolü bırakmayı değil, kendini güvende hissetmeyi ifade eder. Bu güven duygusu, travma sonrası yeniden yapılanmanın en temel taşlarından biridir.
Teslimiyet ise psikolojik anlamda bilişsel esneklik ve kabullenme ile ilişkilidir. Hayatın her yönünü kontrol edemeyeceğini fark eden birey, bunu tehdit olarak değil, varoluşun doğası olarak kabul etmeye başlar.
Bu durum, Acceptance and Commitment Therapy (ACT) gibi modern terapi yaklaşımlarında da vurgulanan bir ilkedir. Ancak teslimiyetin İslami formu, bu kabulün ötesine geçer:
“Ben kontrolü bırakmıyorum, kontrolü en emin olana devrediyorum.”
Bu fark, bireye hem içsel güven hem de varoluşsal anlam kazandırır. Yani teslimiyet, pasif bir “kadercilik” değil; aktif bir “tevekkül” hâlidir. Psikolojik olarak bu hâl, kaygıyı dönüştürür; çünkü kişi artık dünyayı yönetmeye değil, dünyayla uyumlanmaya çalışır.
Terapötik açıdan, danışanın bu tür bir maneviyat diliyle bağ kurması:
daha güçlü bir dayanıklılık (resilience) hissi,
umut duygusunun yeniden canlanması,
ve öz-şefkat kapasitesinin artmasıyla sonuçlanır.
Birçok danışan, “her şeyi kontrol etmeye çalışıyorum” dediğinde aslında derin bir korku anlatır:
“Ya bir şeyler yanlış giderse?”
Teslimiyet, bu cümleyi dönüştürür:
“Yanlış gidecekse bile, orada da bir hikmet vardır.”
Ve işte bu cümle, terapi odasında bazen en güçlü bilişsel yeniden yapılandırmadır.
Terapide Maneviyatı Dahil Etmek: Etik, Duyarlılık ve Yöntemler
Psikoterapi tarihinde uzun yıllar boyunca “nötr kalmak” anlayışı, terapistin inanç konularına mesafeli durmasını gerektirirdi. Oysa bugün, kültürel-duygusal duyarlılığın artmasıyla birlikte biliyoruz ki; maneviyatı yok saymak, danışanın bir parçasını yok saymaktır.
Maneviyat, danışanın değerler sisteminin, anlam haritasının, hatta iyileşme motivasyonunun merkezinde olabilir. Bu nedenle terapötik süreçte maneviyatı dahil etmek, “dini terapi yapmak” değildir. Aksine, danışanın ruhsal yönüne saygıyla alan açmaktır.
Elbette bu alan hassas bir alandır. Terapistin kendi inançlarını dayatmaması, danışanın maneviyatını “doğru-yanlış” ekseninde değerlendirmemesi gerekir. Ama aynı zamanda bu temayı tamamen görmezden gelmek de bir çeşit yoksaymadır.
Buradaki denge; saygılı merak, empatik anlayış ve kültürel farkındalık ile kurulabilir.
Sonuç: Ruhla Yeniden Bütünleşmek
Belki de modern çağın en büyük yanılgısı, insanı “parçalara ayırarak” anlamaya çalışmasıydı. Oysa insan, beden, zihin ve ruhun bir bütünüdür. Birini görmezden geldiğimizde, diğerleri eksik kalır.
Dua, teslimiyet ve maneviyat; insanın kendine, yaşama ve Yaratıcı’ya yeniden bağlanma yollarıdır. Bu bağ güçlendikçe, kişi yalnızca “semptomlarından kurtulmaz”, aynı zamanda kendine döner.
Ve belki de gerçek iyileşme, tam da orada başlar:
Bir duada, bir nefeste, bir teslimiyette.