Neden İlişkilerde Kendimi Değerli Hissedemiyorum? – Uzm. Kl. Psk. Melis Aksoy

Değersizlik Algısının Psikodinamik Kökleri
Kendi değerimizi anlamaya çalışmak, çoğu zaman yetişkinlikte başlayan bir arayış gibi görünse de, aslında çok daha eski bir hikâyenin devamıdır. Bir insanın kendine dair “ben değerliyim” ya da “ben yetersizim” gibi temel inançları, çocukluk yıllarında ebeveynlerinin gözünde kendisini nasıl gördüğüne dair izlenimlerin içselleştirilmiş bir sonucudur. Psikodinamik yaklaşım bu süreçte özellikle erken bakım veren ilişkilerine dikkat çeker. Çünkü çocuk kendisini önce annesinin/bakım verenin gözünde görür; o göz bir ayna gibidir. Sevildiğini, önemsendiğini, duygularının taşınabildiğini hissettiğinde değer duygusu yumuşak bir zemin üzerinde şekillenmeye başlar. Ancak bu ihtiyaçlar yeterince karşılanmadığında, çocuk çoğu zaman bunu kendisine mal eder. Eleştirilen, sınırları yok sayılan, öfkesi cezalandırılan ya da koşullu sevgiyle karşılaşan çocuk, iç dünyasında şu sessiz varsayımı geliştirir: “Benimle ilgili bir eksiklik var.” Zaman içinde de bu düşünce bir hisse, his ise bir kimlik algısına dönüşür. Yetişkinlikte birçok kişi bunu şöyle ifade eder: “Ne yaparsam yapayım olmuyor”, “İnsanları yoruyorum”, “Herkes benden daha iyi.” Bu tür duyguların kökenini çoğu zaman çocukluk yaşantılarında buluruz. Örneğin bazı çocuklara öfke göstermek neredeyse yasaklanmıştır: “Git odanda ağla”, “Ağlayınca seni hiç sevmiyorum”, “Bana öfkelenemezsin” gibi sözler, çocuğun hem duygularını hem de kendisini değersizleştiren mesajlardır.
Bazı ebeveynler ise kıyaslama yoluyla çocuğun değer duygusunu zedeleyebilir. “Bak Ayşe’nin kızı annesine nasıl yardım ediyor?” gibi cümleler dışarıdan bakıldığında masum görünüse de, çocuk bunu çoğunlukla “ben yeterince iyi değilim” şeklinde içselleştirir. Bu mesaj tekrarlandıkça çocuk kendisini hep bir başkasının gerisinde hissetmeye başlar. Bu nedenle yetişkin olduğunda ne kadar başarı elde ederse etsin, içindeki “eksiklik” duygusunun peşini bırakmaması çoğu zaman bu erken dönem kıyaslamaların izidir.
Etiketleyici ebeveyn tutumları da benzer şekilde içsel yaralar bırakır. Birkaç kez hata yapan çocuğa “tembel”, “sorunlu”, “beceriksiz” denildiğinde, çocuk bir davranışının değil, kendisinin yanlış olduğu sonucuna varır. Bu etiket, yıllar sonra bile kişinin duygu ve ihtiyaçlarını gizlemesine, insanlara yük olduğunu düşünmesine ve ilişkilerde sürekli geri çekilmesine yol açabilir. Psikodinamik psikoterapinin bu noktadaki amacı ebeveynleri suçlamak değildir. Amaç, kişinin ruhsal dünyasında çocukluktan kalan “kodları” anlamasına yardımcı olmaktır. Bu kodlar görüldükçe ve çözüldükçe kişi kendisini geçmişin dar kalıplarından özgürleştirmeye başlar. Öfke, kırgınlık, pişmanlık ve yas duyguları bu yolculuğun doğal parçalarıdır; hatta gerekli duraklarıdır. Çünkü bu duygular yaşandıkça, kişi ebeveynlerinin sınırlarını ve kendi çocukluk çaresizliğini daha gerçekçi bir yerden anlayabilir. Böylece kişi artık eski çocukluk kodlarıyla değil, daha yetişkin, daha esnek, daha şefkatli bir iç dille kendine yaklaşmaya başlar.
Değer duygusu doğuştan var olan temel bir kendilik bileşenidir; ancak erken ilişkilerde yeterince karşılık bulmadığında görünürlüğünü kaybedebilir. Yine de yetişkinlikte bu duygunun yeniden şekillenebilmesi mümkündür. Kişi geçmiş deneyimlerini fark etmeye başladığında, kendisine yöneltilen eski mesajları ayırt ettikçe ve kendi hikâyesini daha gerçekçi bir gözle ele aldıkça, değer algısı da yavaş yavaş dönüşür. Bu dönüşüm, geçmişi silmekten çok, o geçmişin bugünkü yaşantı üzerindeki etkisini hafifletmekle ilgilidir. Kişi, kendine daha şefkatli bir iç ses geliştirdikçe; duygularına, ihtiyaçlarına ve sınırlarına daha fazla yer açtıkça, değersizlik hissinin kapladığı alan da doğal olarak daralmaya başlar. Böylece değer duygusu, dış dünyanın onayından ziyade kişinin kendi içsel deneyiminde yeniden ve daha sağlam bir şekilde kök salabilir.